22 Ağustos 2011 Pazartesi

Aciz bir yaz gecesi..

Bahar akşamına ait nemli zamanların

ayyaş ayakları dolaşıyor suların üzerinde..                                                         

Bütün 'şey'ler, 'hiçbirşey'liğe alışırken,

bir dem şefkate sunacakları 'öz'lerini arıyorlar duvar diplerinde..

Mecalsiz bekleyişler mi bizi 'arabesk'leştiren?.

Acı solukluyor ciğerler..

Kasvetin dayanılmazlığı

Beyoğlunun kıdemli bir berduşu gibi..

'Bu kadar canı nasıl yanar sokakların,

diye düşünürken öğrendim;

kayboluşların bütün adresi onlara çıkıyormuş,

bir ''şiir'' için ölürlermiş meğer..


Hüzün..

 Ne zamandır ayrı yaşıyor bizden.

Hastalıklı bakıyor, hiç görmüyormuşuz aslında.

Bidiklerimiz yalan..

Duyduklarımız yeraltı farelerinin sesleri..

Eğer mutluluk değilse acının kardeşi,

iki düşmanı taşır mı bu aciz bünye?


Yabancılaşıyoruz..

Uzaklaşıyoruz kendimizden...

Uçurum kenarına bırakıp kaçtığımız canların ahı tutuyor tek tek..

Felçli bir yetinme güdüsünün verdiği hazza muhtaç

sonu olmayan hikayelerden başka bir şey değil

geleceğimiz..

Çaresiziz..

Var olana karşı aciziz,

''aşk''larımız bile şuursuz bir ayaklanma..

Giden sevgililere nazire olsun diye çekemediğimiz acılarımız

yüzkarası mutluluğumuzun..

Ölümün rengi ''mavi''...Sahi gerçek ne?

................
................

Ölüm!...

Ne kadar bize bağlı ki yaşam ipinin ucu?

Ölümün üzengisini kim tutabiliyor ki,

bırakınca ruhumuz dört nala uçabilsin sonsuza?

Yaşarken ölümlü olduğunun bilincinde olabilmek,

yani yalnızlığı, yani kendimizi seçmek önemli bir gayret.

Arabesk bir yalnızlıktan söz etmiyorum..

Bu hayata yabancılaşmak anlamına gelmiyor;

kendimizle başbaşa kaldığımız ,kendimizi dinlediğimiz

zamanlarımız olmalı,diyorum

Suni bir yaşanmışlığın altını çiziyorum

Bir yerde okumuştum.

Cümle şöyleydi:

''Bir kutunun içinden bir başka kutunun içine bir kutu ile gidiyoruz..

Devamlı koşturma halinde bu.

Ev bir kutu,işyerindeki oda bir kutu ve binilen vasıta bir kutu''..

İnsanın kendisi bir kutu,yaşadığı hayat bir kutu,dünya bir kutu.

Ne kendisiyle, ne hayatla,ne dünyayla

yüzleşebiliyor.

O çok daha önemli uğraşların içinde!..

Durup düşünmeye vakti bile yok!.

Çok işi var;

bir çift gözü üzerinde yoğunlaştıracak

bir yığın imajın şuh yüzleri onu bekliyor.

Bir yerlerden kontrol altına alınmış gibiyiz..

Nasıl olacağımız,neler yapacağımız,

kaygılarımız, arzularımız, aşklarımız, tercihlerimiz..

bizim dışımızda belirleniyor..

Aslında başkalarının bize dair ürettiği,

kurguladığı bir hayatın yorgunlarıyız..

Her gün biraz daha eksiliyor,

kalbimizden uzak düşmüşlüğün içinde

diri seslerden yoksun kalıyoruz.

Her geçen gün farklı,

kendimize uzak biri oluyoruz.

Vestiyerleri var ruhlarımızın,binbir çeşit kostümleri astığımız..

çeşit çeşit,renk,renk,boy boy,karakter,karakter...

Travmalarını gizliyoruz odacıklarında beynimizin..

Düşünsene!..

Ya Sen?

Bugün hangi kostümünlesin?..

.........

Farkında değil misiniz?

Bu uzak düşmüşlüğün içinde

deli taylar gibi ölüme koşuyoruz..

Bana, sana, herkese dair düşünülen bu kısa notlardan sonra

sadece şunu biliyorum:

etrafta uçuşan seslerden sıyrılmak,

biraz kendimiz olmak ve

daha çok kalbimizden yana düşmek gerekiyor.


Niçin?


Herşeye duyarlı bir yürek için!...
















Hiç yorum yok: